Maarif Platformu Başkanı Prof. Dr. Osman Çakmak, Milli Eğitim sistemindeki yanlış ve eksikliklerin nedenleri ve giderilmesi için çözüm niteliğinde olacak bir yazı kaleme aldı. Filistin’de yaşanan İsrail zulmü sonrası Türkiye genelinde başlatılan yabancı mallara yönelik boykot hareketinin, sömürü düzenine dönüşen Milli Eğitim sistemine de uygulanması için çağrı yaptı.
Milli Eğitim müfredatının hayattan uzak çağdışı olduğuna vurgu yapan Çakmak, Türkiye’nin ancak kendi milli eğitim modelini kurarak ve ilimde güçlenerek mazlum insanlığı koruyan ve kurtaran tarihteki güçlü misyonuna yükselebileceğinin altını çizdi.
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin 3. İstanbul Eğitim zirvesindeki konuşmasında “kendimize ait yepyeni bir eğitim sistemi” sözlerine atıfta bulunan Osman Çakmak bakanın bu hamlesinin arkasında durulması ve desteklenmesi gerektiğine dikkat çekti.
Filistin’de kanlı soykırım ve vahşet yarım asırdır devam ettiği halde, Siyonizmin tehlikesi, zulmü ve iç yüzü hiç bu kadar açığa çıkmamıştı. İsrail algı aparatları sebebiyle dünyanın tek taraflı görmesini sağlıyordu. Küresel medya kaynaklarının önlemesine rağmen, bu defa alternatif medya kanallarından gerçekleri öğrenen halk dünyanın her bir tarafında harekete geçti.
Güçlü lobileriyle hükûmetlerinin manipüle edildiğini gören halk ülkelerinde niçin söz sahibi olamadıklarını daha iyi gördü. “Yahudiye” karşı öfke yeryüzünde dalga dalga büyüyor. Batının özgürlük, yaşama hakkı, mülkiyet gibi insani değerleri birer maske olarak kullandığı ve iki yüzlülüğü ciddi şekilde sorgulanmaya başladı. Batının insani değerleri tezi ve medeni oldukları kanaatı da Gazze’de Filistinli çocuklarla birlikte toprağa gömüldü.
Gazze’de bir avuç inanmış insanın destansı direnişi karşısında tabular yıkılıyor. Hulasa zihinsel olarak büyük bir dönüm ve kırılma döneminden geçiyoruz. İslamfobi yalanları bir bir deşifre oluyor. İnsanlık büyük bir sorgulama ile karşı karşıya.
Ülkemizde yabancı mallara karşı ilk kez bir boykotun kar topu misali her geçen gün büyüdüğüne şahit oluyoruz.
Boykotta sıranın “Tekelci Müfredatı” ve “Tevhid-i Tedrisat” uygulamaları ile “yabancı malı” olan eğitim sistemine gelmesini diliyoruz. Başkalarının kavramlarıyla kendi dünyanızı kuramadığımız bunca yıldır görüldü. Yabancının zihin kalıplarıyla ve kavramlarıyla yola çıktığımızdan hep yolda kaldık. Milli Eğitim tarihi hep yap bozdan sil baştan uygulamaları ile geçti. Başka ülkelerin modelleri şimdiye kadar bizi aldattı durdu. Avrupa’dan ithal eğitim metotları ile varılan yerin vahameti ortada.
Milli Eğitim’de 70 seneyi aşkın adı Fulbright olan “Yahudi -Sabetaist” menşeli komisyonlarca idare edildiği genel bir kanaattır. Başını kuma sokan bazı yetkililer Fullbright “bir şehir efsanesidir” dese de başka adlarda (siyasi parti, odalar, sendikalar, üniversite ve okul kuruluşları kuruluşları, dernekler ve medya kuruluşları) ve hatta daha güçlü şekilde Milli Eğitim ve YÖK üzerinde etkisini sürdürüyor. Bunlardan herkesin haberi var, ama kimsenin haberi yok.! Öyle sağlam temeller atılmış ki, itiraz eden, sorgulayan, bu milletin zihnini, fikrini zehirleyen kim diye soran yok.!
Türkiye’de eğitimde değişim teşebbüslerinin başarısız olmasının arkasında ihtilal dönemlerinden kalma yasalar bulunduğunu unutmayalım. Eğitimle ilgili önemli yasaların neredeyse tamamının olağanüstü dönemlerde çıkarılmış olduğunu hatırlayalım. Mesela YÖK’ü ele alalım. YÖK, 12 Eylül askeri darbesinin üniversiteleri kışla hâline getirmek isteyen mantığının bir ürünüydü. YÖK, aynı zamanda bir anayasa sorunu.
Mesela, 1960 ihtilalinden sonra 1961 yılında İlköğretim ve Eğitim Kanunu, 1971 muhtırasından sonra 1973 yılında Milli Eğitim Temel Kanunu, 1980 ihtilalinden sonra 1981 yılında Yükseköğretim Kanunu çıkarıldı. Bütün bu kanunlar, darbe dönemlerinin zehirli meyveleri olup; dışarıdan hazırlanmış ve dayatılmıştır. Bu yasal engelleri kaldırılırsa, kendi yerli eğitime geçişin önü açılmış olacaktır.
Bakanın bu çıkışının bu günlerde daha da anlamlı hale geldiğini düşünüyorum. Bize düşen bu çıkışı bir boykot hareketine dönüştürmek, arkasında durmak ve desteklemek…
Türkiye ancak kendi milli eğitim modelini kurarak ve ilimde güçlenerek mazlum insanlığı koruyan ve kurtaran tarihteki güçlü misyonuna yükselebilir. Aksi halde İsrail ve Batı ittifakı yeryüzünü gözyaşı ve kan deryasına çevirmeye devam edecektir.
Peki kendi modelimize geçiş için işe nereden başlamak gerekir? Her şeyden önce kendi modelimizin önündeki engelin ne olduğunu açığa çıkarmak durumundayız.
Kendi modellerimizin önü Tevhidi Tedrisat yasaları ile kesilmektedir.
Tevhidi tedrisat kalkmadıkça ülkemizde yerli ve milli eğitim/maarif potansiyellerinin ve alternatiflerinin yönünü/önünün açılması mümkün görünmüyor. Milli Eğitim Temel Kanunu ve tekelci müfredat; halka rağmen, kendi halkını dışlayan ve ona güvenmeyen “sömürü düzeni” uygulamalarıdır.
Ülkemiz için yerli eğitim modelleri geliştirenler hiç gündemde olmadıysa, sebebi Tevhid-i Tedrisat uygulamasıdır. Bir asırdır sürdürülen bu uygulamanın kökeni araştırıldığında arkasında Fullbright anlaşmalarını, “Yahudi-Sabataist” planı ve aklını görebilirsiniz.
Çözüm insanımıza bırakılsaydı, bin yıldır ülkeye âlim, arif ve hâkim insanlar yetiştiren ecdadımızın büyük bir muvaffakiyetle uyguladıkları okul sistemleri, çağın gerekleri ile birleşerek yeniden arz-ı endam edecekti.
Tevhid-i tedrisatla öğretmenlerin modern dünyada vizyonlarını daraltan müfredat tekelini kaldırdığımızda çocuklara hayattan uzak çağdışı müfredatlar, dayatılmış olmaktan kurtarılacaktır. Okullarımızın, kendini besleyen kaynaklarına dönerek, köklerini bulması ve ruhuna/manaya kavuşmasının kısa ve kestirme bir yolu varsa o da: Müfredat tekelinin kaldırılması, tevhid-i tedrisat uygulamasına son verilmesidir.
Kendi yerli öz modellerimizi hayata geçirmek için önce konunun berrak bir şekilde anlaşılması icap eder. Konuyu kendi modellerimize dönüş için hazırladığımız bir rehber kitaba getirmek istiyorum. Maarif Davamız (Dersler -Değerler ve Müfredat) adlı kitabın basımından bu yana bir yılı çoktan geçti. Devamı niteliğindeki ikinci kitabı hazırlık çalışmalarımız sürüyor.
Kitabımıza milli eğitim dünyamız için bir yol haritası olabilir mi diye yeni bir gözle baktım. Bu vesile ile kitabın muhtevasının bir kısmından söz etmek istiyorum.
Kitapta bir yandan Milli Eğitim sistemini yapboz, sil baştan uygulamalarına dönüştüren kök ve kaynak sorunlar değişik yönleri ile tartışılırken diğer yandan da Milli eğitimde “sömürü düzeninin” arkasında kimlerin yer aldığı ve hangi vasıtaları kullandıklarına dikkat çekiliyor. Sistemin görünmeyen arka yüzü ile görünen yüzü ayrı tablolar halinde sunuluyor. Bunların yanında muhtevasından burada bahsetmediğimiz diğer konular da var.
Eğitimin arkadaki “Siyonist” akıllı hareket eden yönetmenleri karşınıza geçip diyor ki; askeri amaçlarla fetih hem zahmetli ve hem de masraflı. Onun yerine kültürel istila yöntemlerini kullanıyoruz. Topyekûn bir milleti uyutulabiliyoruz. Biz çağdaş kılıflar arkasına sığınıp sömürü aracına dönüştürdük.
Peyami Safa eğitimdeki sömürü düzenine şu sözleri ile dikkat çekmişti: “Bir milleti yok etmek isterseniz askeri istilaya gerek yoktur. Ona tarihini unutturmak, dilini bozmak, dininden soğutmak ve dolayısı ile manevi değerlerini, ahlakını ‘bozmak’ ve soysuzlaştırmak kâfidir.”
Cemil Meriç “Haçlıların en büyük zaferi tarih kitaplarımızdır.” derken müfredatın arkasında kimlerin bulunduğuna dikkat çekmişti. Fuat Sezgin koskoca 90 yıllık ömrünün 60 yılını “yitik hazineyi” keşfe adadı. Bilim tarihinin yalanlarını bir bir ortaya çıkarmış bir an önce ders kitaplarının doğruları yazacak şekilde yeniden ele alınmasını talep etmişti.
Yusuf Kaplan eğitim sistemimiz, bizim medeniyet iddialarımız, ruhumuz ve dinamiklerimiz ekseninde işlemiyor. Kültür dünyamız, müstemlekeci kafaların, metamorfoz yemiş, celladına âşık tasmalı çekirgelerin işgali altında!” diyor ve bu işgali yıkmak için kendi çapında çalışmalarını sürdürüyor.
Bediüzzaman Said Nursi, fen bilimleri ile dini bilimleri birleştiren yerli bir eğitim modeli sundu. Bu proje aslında Orta Çağ’da Müslümanları bilimde zirve yapan sırrı taşımaktaydı. Bu eğitim modelinin hayata geçirilmesi onun bir “Kızılelma” ülküsü oldu. Her vesile ile teşebbüste bulundu. Vefat ederken de vasiyet bırakmış ve geride kalanlara “Projemiz unutulmasın.” diyordu.
Şakir Kocabaş yaptığı kapsamlı çalışmaları ile Müslümanları Ortaçağda zirve yapan sırrı araştırdı. Bu çalışmaların ortaya çıkardığı neticeler Bediüzzaman’ın Medresetüzzehra projesi ile örtüşmektedir. Şakir Kocabaş’ın çalışmalarının da ortaya çıkardığı gibi, çözüm 12., 13. asırlarda bazı sebeplerle birbirinden ayrılan fen-teknik (akli bilimler) ve dini bilimlerin (nakli bilimler) tekrar birleştirilmesinde görünmektedir. Fen bilimlerinin tevhidi bakışla tekrar sunulmasıdır.
Hilmi Ziya Ülken, Mümtaz Turhan, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Kemal Tahir, Erol Güngör, Peyami Safa, Atilla İlhan Tarık Buğra, Cemil Meriç, Sezai Karakoç, Oktay Sinanoğlu yıllarca yerli modellere dönüşün gereğini seslendirdiler.
Kitap Milli Eğitim dünyamız üzerine oynanan oyunları deşifre etmesi bakımından bir misyon yükleniyor. Gizli yürütülen eğitimle cahilleştirme programının arkasında kimler var? Fullbright anlaşması hangi perdeler arkasında; hangi yasaların teminatında ve hangi güç odaklarınca nasıl yürütülüyor? Tevhid-i Tedrisat’ın amacı nedir? Bu ve benzeri sorulara da cevap buluyoruz.
Milli Eğitim sistemini yapboz sil baştan uygulamalarına dönüştüren kök ve kaynak sorunlar değişik yönleri ile tartışılmaktadır. Milli Eğitimi kimler ne şekilde bir “Sömürü düzenine” dönüştürüyor? Bunlar hangi vasıtaları kullanıyorlar?
MEB ve/veya YÖK makamlarına uygun isimler geldiği takdirde problemlerin çözüm bulacağını zannediyoruz öyle değil mi?
Öncelikle bu yanılgıdan kurtulmamız gerekiyor. Topyekûn bir harekete ihtiyaç var. Konuya bir dâvâ hâlinde sahip çıkılması elzem.
Münferit çözümlerle yola çıkıldığında en başta çoğu aydınlar ve yanıltılmış kamuoyu karşı duracaktır. Dahası eğitim rant hâline geldiği için bu ranttan nemalanan kesimlerin uykusu kaçacaktır.
Mesela teste dayalı eğitim ve yayıncılık dünyası gerçek çözümlerin karşısına çıkacaktır. Problemlerin kök ve asıllarından habersiz yetkililer ise ilgili odaklarca kendilerine “çözüm” diye sunulan yalancı reçetelere aldanacaktır.
Kitap, kendimize ait özgün modelleri niçin hayata geçirilmediği sorusuna da cevap arıyor. Mevlana’dan Nurettin Topçu’ya yerli düşünürlerin eğitim ve öğrenme yaklaşımlarına m yer veriyor. Yerli talim ve terbiye modelleri hiç gündemde olmadıysa sebebi Tevhid-i Tedrisat ile ilgili yasalar ve yasalarla ortaya çıkan müfredat tekelidir. Hâlbuki insanımıza güvenilseydi, çözümün bir parçası olacak imkânlar verilseydi, yani müfredat tekelinden vazgeçilseydi, bırakılsaydı, Nizamü’l-Mülk ve İbni Haldun’dan Gazali’ye, Ahmet Yesevi’den Geylani’ye, Bediüzzaman’a kadar nice ekoller hayat bulacaktı. Bin yıldır ülkeye âlim, ârif ve hakîm insanlar yetiştiren ecdadımızın büyük bir muvaffakiyetle uyguladıkları okul sistemleri, çağın gerekleri ile birleşerek yeniden arz-ı endam edecekti. Ama olmadı.
Biraz öze inecek olursak bu eserin tam olarak neyi anlattığını şöyle özetleyebilirim. Kitabın önemli bir kısmı öğrenmeye dair “Fabrika ayarlarımızla” ilgili. Hepimizin merak ettiği bir konu şu değil mi? Dünyaya bir “Öğrenme programı” ile geldiğimize göre “kullanıcı el kitabımız” nerede?
İnsan esasen bir öğrenme potansiyeli ile doğuyor. Ama ne var ki, size okullarda bir öğrenme mekanizması ile donatıldığınız anlatılmıyor. Beynin nasıl öğrendiğinin farkında değilsiniz. Bilgi ve eğitimin ne anlama geldiğinin şuuruna varmamışsınız. Beyni boş bir kutu zannediyorsunuz ve bu boş kutuya sürekli bilgi yığıyorsunuz.
Beynin nasıl öğrendiğine dair beyin–öğrenme gerçekleri kitapta kapsamlı bir şekilde yer alıyor. Beynin nasıl öğrendiğini öğrenmek, aslında fabrika ayarlarımızı öğrenmek demektir. Ülkemiz okullarında uygulanan eğitim, genelde sol beyin aktivitesinden ibaret kalıyor. Tek kanatlı bir kuş uçamadığı gibi, tek beyin yarım küresini kullanan eğitim de eğitmemektedir. Her iki beyin lobunu öğrenme faaliyetine dâhil ettiğimizde iki kanatlı hâle geliyoruz. Yani uçuşa geçiyoruz.
En büyük yanlışlık bilgi ve sınav konularında hükmediyor. Bildiğimiz şeyleri mümkün olduğunca şuur mertebesine çıkarabiliyor ve açıklayabiliyor muyuz? Her öğrendiğimiz şeyi niçin öğrendiğimizi, hayattaki karşılığını ve ne işe yaradığını da biliyor muyuz?
Delile dayalı bilgi ile kulaktan dolma malumat ayrımı önemli. Malumata karşı edilgen iseniz, eğitim sadece sol beyin aktivitesinden ibaret kalacaktır. Sadece alıcı, yani bilgiyle yüklenen nesne konumuda iseniz, tepkisel (şartlanmaya dayalı öğrenme) onca istenmeyen yan ürünleri ile başınıza bela olacaktır.
Kitabın en önemli bir özelliğinin eğitimden gelen yanılgılarımıza neşter atmış olması.
Maarif Davamız kitabı ile öğrenmenin esrarına dair konuları, hızlı ve kalıcı öğrenmenin sırlarını bir araya toplayan rehber bir çalışma ortaya çıktı. Bilindiği gibi tüm bilgilerin modası geçiyor. Modası geçmeyen bir şey varsa o da öğrenmenin yollarını bilmektir.
Maarif Davamız kitabında doğal öğrenmenin tabiatı üzerine özellikle kuantum öğrenmek konuları da yer almaktadır.
Şuur ve düşüncenin tabiatı üzerine yürütülen araştırmalar düşüncelerin etkileme kapasitesini gösteriyor.
Biraz açalım.
Taşıdığımız her düşünce değişime sebep olabilen bir tür enerjiyi ifade eder. Niyetlerimiz ve bakışımız belirleyici olmaktadır. Aldığımız talim terbiye bize doğru bir niyet ve bakış açısı (nazar) kazandırıyor mu? Evet, beyin temelli öğrenme gibi kuantum öğrenme de fıtratta var olan öğrenme gerçeklerini gün yüzüne çıkarıyor. Bizi materyalist ve kaba anlayış yerine manevi temelli, bütüncül, nuraniyet kanunlarının hâkim olduğu esnek-geniş bir öğrenme ortamı ile buluşturuyor. Değişik yönleri ile ele aldığımız mevzulardan birisi de kuantum öğrenme ile ortaya çıkan yeni öğrenme imkân ve ufukları oldu.
Kitap sınav ve bilgi yüklemeye dayalı eğitime neşter vuruyor ve insanoğlu için en önemli eğitim kazanımı aklın kullanılmasıdır diyor. Maalesef çoğu hocalarımız bilgi yüklemeye ve malumat aktarmaya odaklanıyorlar; düşünmeyi, araştırmayı ve uygulama yapmayı ıskalıyorlar. Böyle bir pasif eğitim ortamında düşünme melekeleri gelişmiyor. Halbuki Rabbimiz Yunus Suresi 101 . âyetinde “Allah aklını kullanmayanlar üzerine pislik yağdırır.” buyuruyor. Yine Kuran’da “Sırtında kitap yüklü merkep” benzetmesi vardır. Bu benzetme sahibine ve topluma fayda vermeyen bilgiye örnektir. Merhum Cemil Meriç bunu “Malumat istifçiliği” diye nitelendirir. Bir diğer adla “Bilgi hamallığı”.
Kitap soru sormanın cevapları değil sormayı ve sorgulamayı öğretmesi gerektiği konusuna da değiniyor. Soru sormayı biliyorsanız, çürük yargıları hemen ortaya çıkarabiliyorsunuz. Sağlam hükümler tesis ederek problemlerin üstesinden gelebiliyorsunuz.
Niçin “doğru soruları” bulmak önemli? Çünkü soru sormayı bilmeyen, sorunların altında kalır. Soruları olmayanlar sorunları çözemezler. Eğitimin asıl bir amacı insanı sürekli soru soran ve sorgulayan haline getirmektir. Kafanıza takılan sorular sizi sürekli düşünmeye itiyor. Bu, araştırmanın, dolayısıyla zihni çalıştırmanın da başlangıcı oluyor. Kendimizi sürekli soru soran haline getirmek, eğitimde anahtar bir nokta. Ne kadar çok sorunuz varsa öğrenmeye ihtiyaç o kadar büyük demektir. Bilindiği gibi, merak ilmin hocası, ihtiyaç terakkinin üstadıdır. Önemli olan öğrendiğimiz şeyleri sorgulayabilmektir. Hayattaki her etkinlikte, önemli, can alıcı soruları sorabiliyor musun? Televizyon izler gibi ders işlemekten niçin verim alamıyorsun? Çünkü bir konuyu araştırmaya başlarsın, yenilikler bulmaya çabalarsın, bunu yaparken eksikliklerini öğrenirsin. Gerçek öğrenme budur.
Sonuç olarak belki iddialı bulabilirsiniz ama kitap maarif hakkındaki fikirlerimizi akvaryum darlığından alıp okyanus enginliğine kavuşturuyor. Bizi yanılgılı fikirlerimizden kurtarıyor. Bu kitabın çok yönden “hastalıklı” milli eğitim yapımız için reçete olduğunu söyleyebiliriz. Her şeyden önce muallimlik/eğitimcilik rolümüzü geliştirebileceğimize dair kendimize güven veriyor.